...aslında gönül işleri kategorisine girmiyor, hiçbir sikime de girmiyor ama yazmak istedim.Bugün bir caminin avlusunda bir köşeye oturmuş kedi seviyordum. Apak melek yüzlü bir kadın geldi, önce kediyi sevdi. Birkaç fotoğraf aldı. Sonra camiye girdi. Ben amaçsızdım, mutsuzdum, oturuyordum öylece. Ke
...aslında gönül işleri kategorisine girmiyor, hiçbir sikime de girmiyor ama yazmak istedim.
Bugün bir caminin avlusunda bir köşeye oturmuş kedi seviyordum. Apak melek yüzlü bir kadın geldi, önce kediyi sevdi. Birkaç fotoğraf aldı. Sonra camiye girdi. Ben amaçsızdım, mutsuzdum, oturuyordum öylece. Kediyi sevmeye dermanım yoktu bile. Piçiko geldi kuruldu kucağıma. Onunla avunayım bari derken zaman geçmiş... Baktım, o kadın, az önce camiye giren kadın yanımda, o da seviyor kediyi. İzin istedi birkaç fotoğrafımızı çekti. Sonra biraz çekingen, oturdu karşımdaki banka. Polonyalıymış, sanat tarihçisi miymiş neymiş... İngilizcem bok gibi olduğu için onun sorularına kısa yanıtlar verdim. Orada temizlik işlerine bakan amca -biraz yılışık biri- da oturdu. Kadına sikindirik sorular soruyor, beni emeline alet ediyor tabii. Ben zaten darallardayım. Adam böyle diyor falan diyorum, gülüyor kadın, apak yüzü var, gözleri ışıl ışıl. Neyse, ben hafif kaykılıp gitmeye yeltendim. O esnada İbrahim Paşa Camii varmış dedi, tarif edeyim bari giderayak dedim, yanında taşıdığı ajandanın haritasından gösterdim, zaten bulunduğumuz yere 50 metrelik bir yer. Ayağa kalkınca bari oraya kadar götüreyim sizi dedim, Türk kadınına zinhar etmem böyle bir teklifi. Üstelik cami avlusunda. Amacın ne lan senin!!! Birlikte yürümeye başladık, ben İngilizcemin bu kadar beter olduğunu o vakit farkettim. O ney lan... Ne desem havada sallanıyor, bir sike faydası yok. Ama o kadar iyi niyetli ve anlayışlı ki cümlelerimi toparlıyor, sen aslında şunu dedin di mi dercesine hem benim yerime hem kendi yerine konuşuyor. Ben, aman dedim. Bırakayım cami avlusuna bitsin bu çile. O da ne cami kapalı, restore varmış. Öyle üzüldü ki. Hemen yanında devasa bir cami daha var, o zaman buna girelim eğer isterseniz dedim. Ona girdik, başına şalı aldı, geçti köşeye, ben de yanındayım. Devamlı gülümsüyor, ben de gülümsüyorum. Bu bana iyi gelmeye başladı. Biraz da fotoğraf çekti, aralarda bir iki defa da beni çekti. Galiba beni çekmediğinde benim darılacağımı düşündü bu kadın diyorum içimden. Bize bakışına bak diyorum, sosyalliyorum zihnimin içinde gelişmeleri...
bu arada kadın evliymiş, polonya'da önemli bir müzenin müdür yardımcısı gibi bir şeymiş. adını da söyledi ama anlayamadım. bense kendime hakim olamayıp bok ingilizcemle canhıraş şekilde anlatmaya başladım ecdadı. harem hürrem süleyman rüstem... polonya'da şu an muhteşem süleyman oynuyormuş. fatih'e gittin mi diye sordum, hayır dedi gülümseyerek. gözlerinin içiyle âdeta bana sorar gibi "gidebilirim" de dedi. ama bi sn diyerek telefonunu çıkardı. polish dili neymiş öyle, ekrana gözüm kayıyor karman çorman yazılar... bana şundaki rakamları söyleyebilir misin diye bir kart uzattı. belçikalı birinin kartı, öyle tuhaf bir isim var ki kadın mı erkek mi anlamadım. sonra buna İngilizce bir mesaj yazdı, "buluşmamızı yarınki kahvaltıdan sonraya erteleyebilir miyiz?" hemen mesaj geldi; yüzünde resmen çiçekler açtı kadının. bu arada sadece üç günlüğüne gelmiş istanbul'a. sonradan düşündüm, lan üç günlüğüne geldiğin bir memlekette belçikalı arkadaşınla olan randevuyu iptal etmek... çok değişik geldi bana. çünkü ilk karşılaştığımız yerde ona sorduğumda derdinin sadece orada bir iki yer görüp eminönü'ne inmek olduğunu söylemişti. benim yüzümden planı değiştirdi resmen. ayrıca sular seller gibi konuşamıyorum. derdimi anlatamıyorum, tek yapabildiğim sıkıştığım yerde gözlerinin içine bakıp sorry demek ve mahcupça gülümsemek. ama o sanki yıllardır aradığı şeyi bulmuşçasına mutlu. durmadan kedileri severek, fotograf çekerek yürüdük fatih'e doğru. tam valens'in altında dur dedi. çantasını açtı bana bir elma verdi iki elması varmış. ikimizde elmaları hatır hutur yiyerek yola devam ettik. acıkmışım da amk, ne dediğim iyice anlaşılmaz oldu. bu gülüyor falan. sağa sola bakmadan yola atlamama, yaya geçidi dinlemeden gaza abanan hayvanlara diğer garabetler durumlara da şaşırmayı ihmal etmiyor.fatih'i gezdik. yüzlerce kedi fotoğrafı çekti. musalla taşının manasını bir anlatışım vardı, değmeyin gitsin. ilk kez beni düzeltmeden dinledi, gözlerini faltaşı gibi açarak ve sonunda illaki gülümseyerek.
sabahın amaçsızlığı mutsuzluğu bende başka bir şeye evrilmeye başladı, fatih'te nokta koyacağımız zoraki geziye artık ben devam etmek istiyordum sanki. kedileri sevişi, arada bir bana dönüp şak diye fotoğrafımı alışı... bari çekiyorum de hayırsız, zaten at hırsızına dönmüşüm. ama dert etmiyor hiçbir şeyi. karılar pazarındaki leş peynircileri gösteriyorum, hemen yiyelim o zaman falan diyor. ben not hijyen! diye durduruyorum. hani kandırmak istemiyordum, belli ki bana güvendi bir noktada. malta'da suriyeli göçmenlerin sikerttiği bir lokantayı gösterdim, bak nasıl ekmek yapıyorlar, bak nasıl döner. ama ortam sirkten hallice, hakkaten nolmuş lan canım malta. kadın hadi girip yiyelim diyor, ben not hijyen! sonra beş on adım attık, birden durup ve yine gülümseyerek "benim için endişelenmeyi bırakır mısın?!" dedi. allah'ım, başım döndü. ahir ömrümde ben böyle lezzetli itiraz görmedim. kedi gibi piki deyiverdim. hemen arkamızdaki nar suyu sıkan barzo gence iki bardak verir misin dedi, elemanın eller meşin gibi ama bu arada. eleman da kendi çok matahmış gibi "çok bozdu abi buralar." diye suriyelilerden şikâyet ediyor. ona da eyvallah çekip sıkılmış nar sularımızı içe içe çarşambaya doğru yola revan olduk. mutlu muydum neydim!
hedefte fethiye müzesi var, orayı göstereceğim ona. bir de yabancı arkadaşları götürmeyi en sevdiğim yer sonuçta. pata küte konuşmalarım sürüyor, o gülümsüyor. yolun bir yerinde artık amaçsız amaçsız şehirde fink atan sevgili modunda dur ya bak şurda ne var diyerek onu çukurbostan'dan geçirerek yavuz selim'e soktum. bilenler vardır muhteşem bir seyir terası var. görsün de daha çok gülsün, daha çok mutlu olsun istiyordum. artık onun mutlu olması içindi her adımım. o noktaya nasıl geldim bir türlü çözemedim o kısmı. asıl tuhafıma giden de bana hemence güvenip randevularını bile iptal edecek duruma onun gelişiydi. kedi nelere kadirmiş ya lan.
çarşamba'da spontane şekilde yarım kucak sakalı olan çalışanların bulunduğu bir lokantaya oturduk yine onun teklifiyle. başta ortada ve sonra hesabı benim ödememe izin vereceksin değil mi, dedi. ben tamam dememe rağmen, yemeğin sonunda hesaba ortak oldum. bıraksa hepsini ödeyeceğim amk. helali hoş olsun. fethiye'den sonra kariye'ye geçirdim onu, o ara yolları akşam karanlığında aşıyoruz. ben olsam tırsarım ne yalan söyleyeyim, ama o sonsuz bir güvenle yürüyor. ve arada mutlu bir gülümsemeyle taçlandırıyor anı. arkadaşlar bu arada gayet seviyeli ve aklı başında iki insanız hani, iç sesimle anlatıyorum hadiseyi. kadın ne düşünüyor, neden böyle davranıyor hiç bilmiyorum yani. benim kafamda makul tek bir gerekçe var. muhtemelen bir turla geldi, ya da çekilmez lavuklarla dolu bir arkadaş çevresi var. böyle bir anın fırsatını kolluyordu ve gerçekten de dilediği oldu. Bu yani. sonuçta boru değil, şehrin en kıymetli yapılarını, otantik ortamlarını gösteriyorum ona. bulunmaz nimet. farkında da. ben de onun kendisi için yapılana kıymet vermesini bilen biri olmasından etkileniyordum. yani bence durum budur.
kariye'den sonra, surları gösterdim. surlara tırmanan merdivenleri görünce hadi çıkalım dedi. ben peki dedim, ama yükseklik korkum var. yolun yarısında, arkasından ben korkuyorum diye bağırdım ama sesim nasıl titriyor, mırıl mırıl konuşup beni rahatlatarak elimden tuttu. o önde ben arkada tırmandık surları. yukarda bana bir gülme geldi, o da gülüyor. böyle denişik bir ambiyanstı yani, istanbul ayaklarının altında ışıl ışıl, bizans surlarının tepesindesiniz, rüzgar esiyor, ruhunuz esrimiş, böyle üzerinize bir hâl inmiş, keşke görseydiniz. birbirimize sokularak ilk özçekimimizi de o an yaptık. ben başka birşeyden daha tırsıyorum, çevre evler it kopuk, hapçı dolu. biri peşimizden tırmanıp bizi gasp etse bir bok yiyemeyiz kesinlikle. yoksa orada daha uzun kalınabilirdi. kalınsa mıydı acaba lan:(
yatsıya mihrimah'a yetiştirdim elhamdülillah bunu. girdik oturduk bir köşede, aşrın sonuna kadar da beklettim. bir biz varız zaten yabancı. bizi köşede son ana kadar uslu uslu bekler gören cemaat çıkışta yanaşıyor, allah kabul etsin falan diyor. etsin de neyi yani? ne anladınız ki siz? avluda bir telefon geldi buna gülerek heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatıyor. ben fotoğraf çekerken yanıma sokuluyor özçekim yapsana diyor el işaretiyle, o konuşurken ben fotoğrafımızı çekiyorum. eve gelip ilk o fotoğrafa baktım, o kadar güzel çıkmış ki.
dönüşteyiz, yarın memlekete dönüyorum gayrı dedi. binlerce teşekkür vs. etti ben de özür diledim kendisinden. berbat ettim aslında gününü dedim, ikimizin yerine de sen konuşmak zorunda kaldın. bir kâğıt kalem çıkartıp telefonlar, sosyal medya ne varsa yazdırdı bana. Kendininkini de yazıp bana verdi. onu karaköy'e bırakıp geri eve döneceğim. meğer şişhane'de inecekmiş köprüyü görünce hemen ayağa fırladı. ben de butona çöktüm. şoför durmaya kalmadan boynuma sarıldı ve beni yanağımla dudağım arasında bir yerden öptü.
ben ilkin, otobüs sarsıntısından yanlışlıkla oldu sandım. bir daha bir daha, aynı yerden seri öpüyor derken otobüs meğer durmuş bu arada. şoför homurdanıyor. hatta herif on tonluk araca hafif gaz vererek bizi biraz tokuşturdu da. kadın ayrılmak istemiyor âdeta, ama hemen indirdim, sonra kaldım tabii içerde sap gibi. gözden kaybolana kadar iki eliyle otobüsün ardından el salladı.
5 saat oldu, öptüğü yerler hâlâ sızlıyor, şu an çok mutsuzum. hani anlayacağına iman etsem zeki müren şarkıları gönderecem kendisine facebooktan, o biçim.
niye böyle oldum ben ya, normal mi?
aklımda hiç böyle bir gün geçireceğim yoktu, biraz kitaplara bakıp hava alıp dönecektim eve. şimdi hani sevgiliden ayrılınca bütün kemiklerin kırılmış gibi tüm varlığın ağrır ya. aynen öyleyim, normal mi bu?
www.youtube.com